Bir gün Kanuni Sultan Süleyman, Hocası Yahya Efendiye “Osmanoğullarının akıbeti ne olacak? diye sorar. Yahya Efendi eline kalem ile kâğıdı alıp; “ Neme gerek.” diye yazıp Kanuni’ye gönderir. Kanuni, Yahya Efendiden gelen mektubu okuduğunda hayretler içinde, sözün manasını anlamak için Yahya Efendinin dergâhına gelir. Yahya Efendiye; “Gizlemeyip, sualime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim.” der. Yahya Efendi bunun üzerine; “Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlayamamana şaşarız.” der. Kanuni; “Nasıl?” deyince, Yahya Efendi; “Zulüm, haksızlık yayılsa, işitenler de; “Neme gerek.” dese ve onu önlemeye çalışmasalar, sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese, fakirler, muhtaçlar, gariplerin feryadı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felakettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazinelerin boşalır. Askerin itaat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir” der.
16. yüzyıl ortalarında Avrupa ve Osmanlıda aşırı nüfus artışları meydana gelmiştir. Hindistan ticaret yolunun yön değiştirmesi, yeni kıtaların keşfi ile sömürgeciliğin artması neticesinde Osmanlı Devleti'nde ekonomik ve toplumsal bunalım baş göstermiştir. Bu yüzyıldan itibaren adım adım Osmanlı devletinde çöküş başlamıştır. Çöküşü başlatan nedenler sıralandığında;
a) Avrupa da başlayan reform hareketlerinin, aydınlanma çağı ve sanayi devriminin görülmemesi.
b) Anadolu ve Akdeniz üzerinden geçen ticaret yollarının okyanus ötesi keşifler sonucunda yön
değiştirmesi.
c) Ticaret yollarının kendi topraklarından geçtiği dönemlerde sağladığı kazancın yok olması.
d) Uzun süren savaşlar ve fetihlerin durmasıyla ganimet gelirlerinin ortadan kalkması.
e) Avrupa da tüfekli piyade askerliğindeki gelişmelerin Osmanlı ordusuna hızlıca uygulanamaması.
f) Devletin, gereksinim duyduğu geliri elde etmek için sürekli vergileri artırması.
g) Vergileri ödeyemeyen köylüler topraklarını terk ederek, kasaba ve kentlere göç etmeleri.
h) Medrese öğrencilerinin eşkıyalığa başlaması ve eşkıyalığın yaygınlaşması.
i) Kaçak ihracatın artması. İç piyasada ürün fiyatlarında kontrol edilemez artışlar olması
Öte yanda 1535'de Fransızlarla Osmanlı Devleti arasında imzalanan antlaşmayla Fransızlara birtakım (kapitülasyonlar) haklar verilmiştir. Buna göre; Fransız bayrağı taşıyan gemiler Osmanlı egemenliğinde bulunan bütün limanlarda serbestçe ticaret yapabileceklerdi. Diğer yabancı devletler gemilerini, Osmanlı egemenliğinde bulunan denizlerde ancak Fransız bayrağı altında ticaret yapabileceklerdi. Bu sayede Fransızlar kapitülasyonlar gereği Osmanlı denizlerinde serbestçe ticaret yapma özgürlüğüne kavuşmuştu. 1740 kapitülasyonlarıyla, Fransa'ya tanınan haklar daha da genişletilmiş, diğer batılı ülkelere de aynı hakların tanınması kabul edilmiştir. Deniz ticaretini unutan Osmanlı aslında geleceğinin denizlerde olduğunu da unutmuştur.
Yukarıda sıralanan nedenlerden dolayı, gelirleri hızlıca azalan Osmanlı devleti vergi gelirlerinin toplanması işini mültezim denilen kişilere vermiştir. Mültezimler kanunun emrettiğinden daha çok vergi toplamaya girişince köylüler topraklarını terk ettiler. Toprağını bırakıp işsiz kalan köylülere levent denildi. Leventler iş bulmak için kasabalara akın ettiler. Toprak düzeninin bozulması nedeniyle Osmanlı eyalet ordusundaki tımarlı sipahilerin yerine eyalet yöneticileri, beylerbeyi ve sancakbeylerinin hizmetinde çalışan, ücretli askerler olan sekbanlardan oluşturulmaya başlandı. Savaş sırasında düzenli aylık alan sekbanlar barış zamanında aylıksız kalınca eşkıyalığa başladılar. Köylülerin yoksullaşması köylü çocuklarının (suhte) medreselere dolmasına yol açtı. Medrese bitirmelerine karşın iş bulamayan öğrenciler Bursa, Bolu ve Samsun yörelerinde büyük ayaklanmalar başlattılar. Celali ayaklanması olarak bilinen bu hareketler Anadolu'da ilk medrese öğrencilerinin toplu olarak yol kesip, köy basıp eşkıyalık yapmalarıyla başladı. Daha sonra levent ve sekban ayaklanmaları yaygınlaştı. Bu arada Osmanlı Devleti'nin yerel yöneticileri de leventleri çevrelerinde toplayarak halktan yolsuz olarak vergi toplamaya ve zulmetmeye başladılar.
III. Murad (1574-95), III Mehmed (1595-1603) ve I. Ahmed (1603-17) çıkardıkları adalet fermanları ile köylünün soyguncu, yönetici ve memurlara karşı silahla mücadele etmelerini istedi. Celali ayaklanmaları, Osmanlı toprak düzenini büyük ölçüde değiştirdi. Ağır vergiler yüzünden ya da “Büyük Kaçgun” sırasında yerlerinden olan çiftçilerin toprakları mültezimlerin ya da yerel yöneticilerin eline geçti. Vergiler yüzünden borca giren köylüler, işledikleri toprakları sonunda tefecilere kaptırdılar. Osmanlı toprak düzeninin bel kemiği olan tımar sistemi bozuldu. Oysa tımar sistemi ile devlet bazı memurlarına ve askerlerine maaş vermez bunun yerine bazı toprakların gelirlerini hizmetlerine karşılık olarak bu görevlilere verirdi. Tımar Sistemi, askeri bir sistem olmasının yanı sıra aynı zamanda idari bir sistemdir. Bu sistemde köylüler devlete vermeleri gereken vergiyi tımar sahibine verirlerdi. Tımar sahipleri de bu vergilerle arazinin vergi gelirine göre belirli sayıda atlı asker yetiştirirlerdi.
Sağlıklı çözümler bulunmadan anlık geliştirilen uygulamalar neticesinde büyük nüfus hareketleri ortaya çıktı ve kentlere büyük göçler oldu. Tarımsal üretim geriledi ve kıtlık başladı. Sonunda tarım ürünleri fiyatları aşırı yükseldi. On binlerce insan yaşamını yitirdi ve pek çok yerleşim yeri yıkıma uğradı. 16. yüzyılın sonlarından 17.yüzyılın ortasına kadar süren bu ayaklanmalar ve soygunlar yüzünden insanlar köylerine hapis oldular. Kasabalara gidemediler. Bu ayaklanmalar yüzünden bugün bile sıkıntısını çektiğimiz kültürel ve sosyal dengesizlikler meydana gelmiştir (yakın akraba evlilikleri, kimlik değişimleri, örf ve adetlerdeki tutarsızlıklar).
Oysa aynı yüzyıllarda keşişler kendi kendilerine yetme felsefesi geliştirmişler. Ürettikleri buğdayı kendi değirmenlerde una dönüştürmüşler; satıp, zenginleşmişler, katedraller inşa etmişler. Osmanlı’daki din adamları üretime yönelmemişler, Avrupa’da başlayan reform hareketlerine sırtlarını dönmüşler. Barış zamanında hiçbir iş yapmayan Sekban sınıfı neden kendi kendine yetme felsefesi geliştirmemiştir? Neden en kolay yolu seçerek, köylüyü soymaya yönelmişlerdi?
Osmanlı devletinin temel felsefesi; kaynakların eşit paylaşılması ve adalet önünde herkesin hakkına saygı gösterilmesidir. Şikâyetlerin hızlı ve doğru yanıtlanması, arşivlemenin çok iyi organize edilmesi, ayrımcılık yapılmaması da önemli değerlerdir. Hak aramalara hızlı yanıt verilmesi ve problemlere hızlı ve adil çözüm üretmede kurumlar oluşturulmuştur. Osmanlı sisteminin en önemli özelliği sürekli yetenekli ve kabiliyetli insanların aranması, bulunduğunda eğitilerek stratejik görevler verilmesidir. Bu sistemde hata yapanlar bedelini ağır öderlerdi. En küçük haksızlıklar ve yanlışlıklar araştırılıp suç işleyenler hemen cezalandırılırdı. Makamda yükselirken çok yoğun rekabet yaşanırdı. İşleri hızlandıran çözümler de hemen geliştirilir ve uygulanır, aksaklıklar giderilirdi.
Çöküş sürecinde yönetim anlayışının çerçevesini çizerken Osmanlı Devletinin çöküş sürecini araştırdığımda karşıma yukarıda detaylı biçimde anlatılan tarihsel gerçekler ile karşılaştım. Kanuni, Yahya Efendiye " Osmanlı devleti nasıl çöker" diye sorduğunda aldığı yanıt neden önemsenmedi? Ayaklanmaların başladığı yıllarda, yönetimde bulunanlar sorunlarının nedenlerini neden detaylı biçimde analiz edip, problemi çözemediler? Eğer üzerinde düşünülseydi, bu uyarıcı bir sinyal olabilirdi. Ama dünyanın en büyük, en zengin ve en başarılı devletine, kendini değiştir, yoksa çökeceksiniz diyebilir miydiniz? Deseydiniz de o yıllarda herkes gülerdi. İster Roma imparatorluğu, ister komünist devlet sistemi, isterse Osmanlı devleti olsun, tarih, bütün büyük kurumların gücünün bir gün tükendiğini ispatlamıştır. Galiba, insan ruhu büyük olmayı başardığında kendinden hoşnut olmanın verdiği bir rehavete kapılıyor. Yaratıcılık ve gelişmeye eşlik eden başlangıç dinamizmi, yerini durgunluğa bırakıyor. Başlangıçta değişim için duyulan güçlü istek, bütün veriler dünyanın değiştiğini haykırsa bile, statükoyu korumak için duyulan aynı güçteki istekle yer değiştiriyor. Dünya bu hastalığın örnekleriyle dolu. Avrupalılar yeni kıtalar keşfederken, aydınlanma çağını başlatırken, matematiksel formüller ve teoriler üretirken Osmanlı yöneticileri neredeydi? Devletin gelişmesini durduran faktörler nelerdi? Batı kapitalist sisteme dönüşürken değişimler tam olarak fark edilmemiş ya da önemsenmemiştir. Belki yüzlerce açıklama bulunabilir. Ama gerçekte nedeni değil, sadece gelişmenin durduğunu biliyoruz. Ve buna "duraklama ve gerileme devri" diyoruz. Osmanlı devletinin gerileme süreci, aslında onun silkinmesinin müjdecisi de olabilirdi. Su götürmez bir felaketten başka, hangi dürtü o zamanki yönetimi derin uykusundan uyandırarak, onu yeni bir yolda cesaretle hareket etmeye sevk edebilirdi ki? Yönetim eleştiri ateşine tutulduğunda; eleştirenler çılgın bir baş belası olarak görüldü. İşler korktukları ölçüde kötüleşmemişti. Uyanmaları için güçlerinin sürekli olarak düştüğü iki yüz yıl daha geçmesi gerekiyordu.
Sorunları doğru algılamadıkları ve değişen dünyanın uyarılarına kulak vermedikleri için, stratejik üstünlükleri olan alanlarda yoğunlaşarak rekabetçi avantajlar yaratmak yerine farklılaşmaya gittiler ve yeni savaşlar açmak için sürekli enerjilerini harcamak durumunda kaldılar. Sergilenen kötü performanslar, başarısızlıklar ve sorunlar olağanüstü düzeye ulaşınca, felaketin önüne geçebilmek için sürekli tepe-yönetimini tasfiye etmeye başladılar. Bu olaylar tarihte darbeler dönemi olarak bilinir. Eski yönetim ile birlikte ona sadık olduğuna inandıkları tüm yönetici kadrosu da değiştirildiğinden, yüzyıllarca oluşmuş tecrübe ve deneyim anında yok edilmiştir.
Devleti yönetenler, gelişme ve değişim yerine kabuğuna çekilmeyi ve sahip olduğu üne güvenmeyi tercih ettiklerinden farklı bir değişim sürecine girildi, ama bu değişim büyümek yerine, kendi içine çekilip küçülmek, tutuculaşmak ve risk almamak yönünde olmuştur. Yaşamın değişmeyen tek özelliğinin değişim olmasına karşın, yönetimin değişim karşısındaki tavrı, daha çok, direnme yönünde olmuştur. İşi araştırma yapmak olan komitelerin varlığına rağmen, ortada ciddi araştırmalar ve uzun vadeli projeler yoktu. Duyabilecek en kötü haber, sorunu araştırmak üzere bir komitenin görevlendirilmesiydi. Bu tür komiteler, devlette askeri ceza koğuşu olarak görüldü. Dış dünyanın etkilerinden kendilerini soyutlamış yöneticiler, dünyada ve kendi toplumunda oluşmaya başlayan değişime gözlerini kapatmayı sonuna kadar sürdürdüler. Avrupa da yeni kıtaların keşfedilmesi, aydınlanma çağının başlaması, matematiksel formüller ve teorilerin geliştirilmesi gibi değişimlerin Osmanlı devletinin geleceğini nasıl etkileyeceği görülmedi, yönetimin oluşturduğu sığınakta yaratılan hayaller pekiştirilerek, problemlerin yüzeysel çözümüne devam edildi. Global anlayışı engelleyen şeyde, zaten, kuşaktan kuşağa aktarılan bu dar görüşlülüğün devletin içe dönük eğilimlerinde etkili olmasıdır. Devletin doğasında oluşturulan dar görüşlülük çöküşün nedenleri hakkında sayısız ipuçları vermektedir.
Unutulmaması gereken, başarı, yönetimi şımarttığında, oluşan kültür de yozlaşmaya başlar. Osmanlı devletinin sahip olduğu kültürünün düşüşüne yol açan nedenler oldukça karmaşıktır. Bu gerilemeden sadece yöneticileri sorumlu tutmak doğru olamayabilir de. Yönetimlerin gerçekten başarısız olduğu da doğrudur. Ama, esas suçluyu, devlet kültürünün altında aramak daha gerçekçi olacaktır. Kanımca, dünyanın en büyük imparatorluğu olan Osmanlı devleti bir durgunluk devresi geçirmeye mahkum idi ise, krizlerin patlak verdiği yıllarda daha iyiye gitmek için daha şanslı olduklarını söylemek de mantıksız olmaz. Her şeyden önce, krizde olduklarını kabul etmeleri ve değişim için gerekli ivedilik duygusu ve cesarete sahip olmaları gerekiyordu. Dünyada oluşan değişimleri görmeyen, çözümsüzlüğü çözüm olarak gören, ortak akıl paydasında bütünleşmeyen, ayrımcılık yapan, hırs ve ihtirasları kontrol edilemeyen bir yönetim, bayır aşağı inen, nasıl duracağı ve vereceği hasarların ne olacağı belli olmayan freni patlamış bir kamyona benzer. Diğer taraftan ordunun sürekli yönetime etkin müdahalesi 16. yüzyıldan günümüze kadar devam etmiştir. Ordunun sürekli müdahalesinden rahatsız olan yönetimin uyguladıkları yöntem ise ya orduyu zayıf düşürmek ya da tasfiye etmek şeklinde olmuştur.
Kriz oluşmadan ya da oluştuğunda sağlıklı çözümler üretmeyen bir yönetim anlayışının uygulayacağı yönetim tarzı taşkın, kontrol edilemez boyutlarda ihtiras ve hırsların esiri olmuş, ayrımcı ve tasfiyeye yönelik güç kullanmaktır. Taşkın yönetim; siyasal çöküntü içerisine girip sağlıklı politikalar üretmeyen, taktiksel planlar geliştirmeyen, beceriksiz kadrolardan oluşmuş, yapıcı eleştirilere ve haklı eylemlere hoşgörüsüz yaklaşan, ayrımcılık sergileyen bir anlayıştır. Stratejik olarak bu yaklaşım doğru ise ayrımcılığa maruz kalmış, sahip oldukları kontrolün ellerden gitmesi olasılığı belirlenmiş olan dışlanmış grupların ortak hareket edecekleri illegal ve etik olmayan alanlarda belirlenmiş olur. Dışlanmış güçlerin, taşkınlaşan ve kontrol edilemeyen yönetime karşı verecekleri yanıt ise bellidir ve tekdir: Yıkıma yönelik intikam almaktır. Yıkıma yönelik intikam duygusu ile yüklenmiş dışlanmış gruplar çok hızlı bir araya gelir ve hemen organize olurlar. Bu güçlerin beklentileri arasındaki uçurumlar derin ve kendi aralarında kabul edilemez olsa bile aralarındaki hesaplaşmayı ve elde edecekleri kazanımları paylaşmayı yıkımdan sonraya bırakırlar. Bu aşamadan sonra problemlerin çözümüne katkısı beklenen gruplar bile, aksine davranış geliştirerek çöküş sürecini hızlandırırlar. Ezilen, can ve mallarını kaybeden her zaman, halk daha doğrusu tebaa olur.
Geçmişten ders almayan, boyut ve anlam değiştirerek gelişen olaylara kalıcı çözüm üretemeyen yönetim anlayışı her zaman olacaktır. Sağlıklı işleyen sistemin temel kuralı; taşkın hırs ve ihtirasları frenleyen ve oluşmasına izin vermeyen alt yapının oluşturulmasıdır. İster devlet olsun ister ise kurumlar olsun; dışlanmış gruplar büyüyüp güçlendiklerinde ya da sıkıntılı dönemlere girdiklerinde çöküş sürecini başlatan unsurlar olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu unsurlar kendilerine özel alanlar yaratırlar, ekip çalışması ve iletişime yıkıcı bir darbe vuran unsurlar ile birlikte çalışmalar başlatırlar ve değişimlerin far edilme sürecine de zarar verirler. Adaletsizlik ve haksızlıkların insanları sistemin dışına iten çok önemli kriterler oldukları hiçbir zaman unutulmamalıdır. Tarih göstermiştir ki, sarsıntı ne kadar derinden gelirse yıkıcı etkisi de o kadar büyük olmaktadır.
NOT: Yahya Efendi, Beşiktaş ile Ortaköy arasında bugün de Yahya Efendi Tekkesi adıyla anılan türbesi bulunan şeyhülislamdır. Yahya Efendi, Trabzon Kadısı Ömer Efendi’nin oğludur ve Kanuni Sultan Süleyman ile aynı günlerde doğar (1494 - H.900) . Hatta minik şehzadeyi Yahya Efendi’nin annesi Afife Hanım emzirir. Bundan dolayı Kanuni Sultan Süleyman'ın süt kardeşidir ve onun saltanatı boyunca danıştığı kişi olur.